15 Ağustos 2006

Geleceğin Şehirleri II

Bilimkurgu türündeki eserlerin çoğu, -doğaları gereği- gelecek ön görülerinde bulunurlar. 100 yıl sonra dünya, 1000 yıl sonra uzaydaki koloniler, 10000 yıl sonra galaksiler arası federasyon. Bu ön görülerin bazıları bugün bildiklerimiz ışığında yaşanabilecek gelişmeleri tahmin olarak değerlendirilebilir, bazıları ise tam anlamıyla fantezidir. Ama hemen hemen hepsi, insanoğlunun korkularından, ümitlerinden, cesaretinden, budalalığından, zekasından, kısaca insanoğlunun 'ortak tarihinden' izler taşımaktadır. Gelecek ön görülerinde yaratılan şehirlerin de bu birikimden ve gününün şartlarından etkilenmeden oluştuğunu düşünmek kanımca yanlış olacaktır.

Bir önceki yazıda ( bkz. Bilimkurgu Temaları; Geleceğin Şehirleri I ) bilimkurgu türünün ilk ortaya çıktığı dönemde dünyayı değiştirmeye başlayan Sanayi Devrimi'nin nasıl oluştuğuna, bu devrimi tetikleyen faktörlere ve bu devrimin etkilerine dair kısa bir giriş yapmıştım. Bu yazıda ise bilimkurgu ürünlerindeki şehirleri -kabaca- kategorilere ayırıp, tarihsel sırasına göre ilk görülen şehir kurgusuyla devam edeceğim.

+METROPOLLER
++MODERN BABİLLER
+++KÜRE ŞEHİRLER
++++YERALTI ŞEHİRLERİ
+++++SINIRSIZ ŞEHİRLER
++++++BİNA ŞEHİRLER

+METROPOLLER

Metropol; Yunanca metera(ana) ve polis(kent) kelimelerinin birleşmesiyle oluşan metropolis kelimesinin Fransızca'dan dilimize geçmiş halidir. Metropol tanımı içine girebilecek şehirleri belirleyecek ölçütler biraz muğlaktır. Ama nüfus yoğunluğunun en önemli ölçüt olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 1940lardan itibaren bilimkurgu ürünlerinin çoğunda bu modern ana kent yapılaşmaları sıklıkla görülmekte. Ancak bu kurguyu ilk işleyen kişi Jules Verne'dir ve bunu 19 yaşındayken, 1863'te yapmıştır. 1863 yılında bugünkü modern metropollere yakın bir şehir tasvirini nasıl gerçekleştirdi Jules Verne? Jules Verne'in çağının ilerisinde olduğu aşikar. Ama sadece bununla açıklamak biraz saflık olacaktır. "20. Yüzyılda Paris" isimli romanı, 1863 yılında yayıncısı P.J. Hetzel tarafından şu sözlerle reddedilir; " Azizim Verne, peygamber bile olsanız, günümüzde getirdiğiniz vahye inanacak adam çıkmaz. " İlk baskısı ancak 1994'te yapılabilen bu romanda tasvir edilen Paris'i incelemeye başlamadan önce, o dönemin Paris'ine ve Avrupa'sına biraz göz atalım.

19. Yy. ilk yarısı, İngiltere

19. Yy.'da Avrupa savaşlar ve ihtilallerle boğuşurken, ada ülkesi İngiltere bu olaylardan en az zararı görerek Sanayi Devrimi'nin lokomotifi oldu. Hem adanın içindeki nüfus hareketleri, hem de kıtlık, yoksulluk gibi nedenlerden İrlanda ve Avrupadan aldığı göçler yüzünden şehirleşme problemiyle daha erken yüzleşmek zorunda kalan İngiltere'de, Londra başta olmak üzere bütün şehirlerinde keşmekeş hakimdi. Kanalizasyon sistemlerinin yokluğu ya da yetersizliği yüzünden yaşanan salgınlar, hava kirliliği yüzünden artan diğer sağlık problemleri, asayişin sağlanamaması yüzünden artan cinayet ve hırsızlıklar, geçinmek için başka yol bulamayan kadınların fahişeliğe yönelmesi, insanlık dışı çalışma şartları, çocuk işçiler vd. şehirlere hakim olan `olağan` görüntülerdi. Sosyal sınıflar arasındaki uçurumların iyice ortaya çıktığı bu dönemde ailesinin Machester'daki fabrikasına giden Engels, Almanya'ya dönüşünde yazdığı; İngiltere'de 1844 Yılında İşçi Sınıfının Koşulları adlı kitabında şöyle der: " Modern toplumun yoksul tabakaya muamelesi tamamen rezilliktir. Onlar, havası temiz kırsal bölgelerinden, havası kirli büyük şehirlere koyun sürüsü gibi sürüldüler. ". Engels'in gözlemi çok doğruydu, ilerleyen dönemlerdeyse üst tabaka -kendi istekleriyle- kırsala göç edecekti.

1830'da insan taşımacılığı için şehirler arası ilk demir yolu -tahmin edebileceğiniz gibi- İngiltere'de kuruldu ( bkz. Manchester-Liverpool Demir yolu ), 1836'da Londra-Greenwich arası kurulan demir yolunu takiben kurulan diğer demir yollarıyla Londra'yı İngiltere'nin her köşesine bağlayan demir yolu ağının temelleri atıldı -bütün yollar Londra'ya çıkar-. Demir yoluyla insan taşımacılığının uygulanabilir bir sistem olduğunu kavramaları sayesinde, Londra'nın `olağan` görüntüsünden kaçmak isteyen kalburüstü insanlar için daha havadar, daha temiz banliyöler -suburban- yaratılmaya başlandı ve şehrin merkezi sürekli artan nüfusa; daha düşük sosyal statüdeki insanlara, fakir işçilere ve göçmenlere bırakıldı. Tabi artan sadece nüfus değildi, artan iş hacmi yeni ofislere, yeni depolara ihtiyacı doğuruyordu. Bu da ister istemez şehrin sirkülasyonunda bir artış ve trafik sorununun başlaması demekti. Bu sorunu aşabilmek için, 1850'de Londra metrosu için çalışmalar başladı ve 1863'te, -Verne'in romanını yazdığı tarihlerde- ilk hat hizmete açıldı.

Dünya Sergileri

19.Yy. ortalarından itibaren sanayileşen ülkeler, gövde gösterisi yapabilmek ve ürünleri için yeni pazarlar bulabilmek amacıyla Dünya Sergileri -Expo- gerçekleştirmeye başladı.

Crystal Palace
İlk Dünya Sergisi 1851'de Londra'da düzenlenen 'The Great Exhibition'dır. 16 hafta gibi kısa bir sürede, çelik ve camdan prefabrik olarak inşa edilen Crystal Palace, yapı üretim sürecinde yeni bir kapıyı araladı. Bu ilk Dünya Sergisi'ne 28 ülke katıldı.

Palais d'Industrie

İkincisi, 1855'te Paris'te düzenlenen 'Exposition Universelle'dir. Bu sergide katılımcı ülke sayısı 34'e çıktı. Crystal Palace, İngiltere'nin sanayi devi olarak geldiği konumun, yapı üretimine yansımasıydı; fabrikasyon dökme demir parçaların montajıyla oluşmuştu. Palais d'Industrie ise geleneksel taş işçiliği ve fabrikasyon dökme demir parçaların montajıyla, karma bir yapım sistemiyle uygulanmıştı.

Paris'in Yeniden İnşası

1848 Devrimi'ne kadar İngiltere'de sürgünde bulunan III. Napoleon, devrimden sonra Fransa'ya döndü ve kurulan 2. Cumhuriyet'in Başkanı oldu. 1848-1852 yılları arasında devam eden 2. Cumhuriyet'i, -büyük amcasının izini takip ederek- sona erdirdi ve imparatorluğunu ilan etti. 1870 yılına kadar II. Fransız İmparatoru olarak Fransa'yı idare etme şansını yakalayan Napoleon III, İngiltere'de sürgünde geçirdiği dönemden edindiği izlenimlerle, Londra'ya benzeyen Paris'i; Fransa endüstrisinin, sanatının, biliminin, eğlencesinin ve devrimlerin başkentini yeni baştan yaratmaya karar vermişti. Bunun için bir hukukçu olan ve daha önce Bordeaux Valiliği yapmış, otoriter Baron Haussmann'dan daha uygun birisi olamazdı.

Haussmann göreve gelir gelmez, III. Napoleon'un da tam desteğiyle önceliği finansman sağlanmasına ve hukuki düzenlemelere verdi. İngiltere'de kamu, sadece yol ve altyapının planlamasını yapıp -bir kısmını finanse ederek uygulatmasının dışında-, geri kalan tüm konuları müteahhitlere bırakırken, Haussmann finansmanı tamamen devletin organize edeceği bir düzen kurdu. 26 Mart 1852'de de Parislilere, Paris'le ilgili yeni kararlar duyuruluyordu:
  • Kamu yararı için istimlaklar yapılacaktır.
  • Bina sahipleri her on yılda bir cephelerini temizletecektir.
  • Paris'in sokakları ve binalar, kanalizasyon sistemine rahat bağlantı kuracak şekilde hizalanacaktır.
Haussmann'ın yarattığı caddeler ve istimlak edilecek binalar

Paris'in devrimler sırasında yaşadığı deneyimler, III. Napoleon ve Haussmann'ın planlarında önemli kararlar vermelerini gerektiriyordu. Bunlardan biri geniş caddeler yaratılmasıydı. Bu caddelerin planlanmasıyla ilgili Haussmann'ın görüşü; ana tren hatlarını ( Şehrin kuzey, güney, doğu ve batısında yer alan garları ) birbirine bağlamak ve şehrin havasının temiz kalmasını sağlamak olsa da çoğu Parislinin görüşü; barikat kurulmasını engellemek ve topçu birliklerinin rahat sevkiyatını sağlamak için uygulandığıydı.

Cadde ve kanalizasyon planları

Haussmann'ın düzenlemesinde Parislilerin canını sıkan sadece bu değildi. Üst tabakanın banliyölere kaçtığı İngiliz kentlerinin aksine Haussmann'ın Paris'i, bu tabakayı şehrin merkezinde tutmak için çaba gösteriyordu. Yaratılan geniş caddelerin bir yan etkisi olarak şehrin merkezinde yer alan arsaların bedellerindeki artış, sadece zengin insanların şehir merkezinde mülk edinebilmesine yol açıyor ve Parislilerin gözünde bir sosyal ayrımcılığın oluştuğu izlenimi doğuyordu. Aynı zamanda sürekli devam eden istimlaklar şehrin sosyal hayatını da -ister istemez- sekteye uğratıyordu.

Haussmann şehri güzelleştirme hamleleri de yapıyordu; kaldırımlar, aydınlatmalar, banklar, çeşmeler, süs havuzları, Vincennes ve Boulogne korularında oluşturulan park alanları vd. Paris'in çehresini değiştiriyordu. Haussmann apartmanları olarak anılan ve tek düze, neredeyse birbirinin aynı neoklasik cephelere sahip -fakat Haussmann'ın genel Paris planına uygun biçimde-, dönemin konut ihtiyaçlarına cevap veren planlarda konutlar, istimlak edilmiş yerlerde beş kat yüksekliğinde uygulanıyordu. Bu konutların genel özelliği; zemin katlarda dükkan, kafe vb., balkonlu katlarda üst tabaka, balkonsuz katlarda orta tabaka ve çatı katında da hizmetlilerin yerleşmiş olmasıydı. Şehrin yenilenmesinde Haussmann'ın belirttiği gibi; geometri ve grafik tasarım, mimarlıktan daha etkin bir rol oynamaktaydı.

Haussmann Apartmanlarından bir kesit

Haussmann'ın Paris'i yeniden inşa faaliyetleri on binlerce Parislinin evlerini terk etmesine ve yüz binlerce Parislinin taşınmasına neden olurken, gerçek anlamda planlı, modern ilk Avrupa şehrini de ortaya çıkartmıştı. Paris'in 20. yüzyıldaki gelişimini de bu planlama belirledi. 20. Yüzyıl başlarında oluşan Güzel Şehir Hareketi ( City Beatiful Movement ) akımının esin kaynaklarından biri oldu. Kısacası "Sanayi Devrimi"nin şehirleşme pratiğindeki dönüm noktalarından birisiydi.

UYARI: Yazının bundan sonraki kısımlarında, Verne'in romanından bazı alıntılar yer almaktadır.


Yirminci Yüzyılda Paris

Verne'in 1960lar için kurguladığı Paris'e; 1852'den itibaren başlayan yeniden yapılanmanın Verne tarafından rötuşlanarak yirminci yüzyıla uyarlanmış finali de denilebilir. Haussmann'ın geniş caddelerin yeterli kalacağını düşündüğü ulaşım sorununun çözümü için, şehrin içinde dört halkadan oluşan bir şehir içi demir yolu ağı yerleştirir, bu dört ana hattı da ara hatlarla bağlayarak bütünleştirir. Verne demir yolu ağını yerden yükseltmeyi uygun bulur; kolonlar üstünde ve binaların ilk katıyla aynı yükseklikte kurgular. Paris'in geniş caddeleri üzerinde, biri gidiş, biri geliş olmak üzere iki ayrı yola sahip, binaların birinci katlarına yerleştirilmiş istasyonları olan, caddeleri araba ve yayalara bırakan, aynı zamanda da yayaları yağmurdan koruyan, hızlı bir toplu taşıma sistemi. Bu sistem ilk olarak -romandan yedi sene sonra- 1870 yılında New York'ta uygulandı. Sanırım aklın yolu gerçekten bir.

New York'ta uygulanan yükseltilmiş demir yolu

Verne büyük bir başarı ile, daha sadece elektrokimyasal ve elektrostatik yöntemlerle üretilebilen -fakat araştırmaların yoğun olduğu- elektrik enerjisinin kullanımının yaygınlaşacağını ön görmüştür. "Yirminci Yüzyılda Paris"te havagazı lambalarının yerini elektrik ampulleri alır. Şehrin tamamını aydınlatan bu ampuller için gereken enerji, hidroelektrik santralindeki türbinler vasıtasıyla üretilmektedir. Gerçekteyse ilk hidroelektrik santral ancak 1882'de Amerika'da açılacak ve sadece 250 ampulü aydınlatabilecek kapasitede üretim
yapabilecekti. Verne şehri elektrikle beslerken, Paris'in yeniden inşası sırasında hazırlanan havagazı altyapısını yok etmeyerek havagazı istasyonları kurguladı. Lenoir'in geliştirdiği içten yanmalı gaz motorunu tekerlekli araçlara uygulayarak arabalar, kamyonlar ön gördü ve Paris'in caddelerinde at arabalarının üstünlüğünü sona erdirdi. Ancak yük taşımacılığını da her metropolde olduğu gibi kısıtlamaktan geri kalmadı. Verne'in Paris'inde kamyonlar saat sabah ondan sonra trafiğe çıkamıyordu.

Romandan kısa bir alıntı :
" Güneşinkine eş parlaklıkta ışıklarla aydınlatılmış bu bulvarlar; sokakların gürültüyü yutan asfaltı üzerinde seyreden bu binlerce araba; bu saraylar kadar zengin ve görkemli mağazalar, ovalar kadar geniş meydanlar; içlerinde yirmibin konuğun krallar gibi yaşayıp ağırlandığı bu dev oteller; bu ince ve narin kemerler, uzun zarif galeriler, sokaktan sokağa atlayan köprüler; nihayet akıl almaz bir hızla havayı yarıyormuş gibi görünen bu ışıl ışıl trenler...Atalarımızdan biri bütün bunları görse ne derdi acaba? "

Pek yabancı gelmiyor değil mi?

M.Ö. 1. yüzyılda Vitruvius, "mimarlık üzerine on kitap"da şöyle yazmıştı: “Roma’nın muazzam büyüklüğü nedeniyle çok sayıda konut gerekmektedir. Toprak, bu nüfusun tümünün zeminde yerleşebileceği kadar çok değildir. Bu durum bizi konutları göğe doğru yükseltmeye zorlamaktadır.” Vitruvius'un bu ön görüsü Sanayi Devrimi'ne kadar pratiğe dökülememişti. Hem nüfus yoğunluğu fazla değildi, hem de içinde barınılacak yüksek yapılar yapmaya yeterli teknoloji yoktu. Paris özel örneğinde ve diğer sanayileşen şehirlerde toprağın değerinin artması; yükselmeyi zorunlu kılıyordu, ama yine de Verne'in romanını yazdığı dönemlerde beş kattan daha yüksek konutlar üretilmiyordu. Verne'in romanında binaların kaç katlı olduğu tam olarak belirtilmez, fakat birisi şehir merkezinde, diğeri banliyöde olmak üzere iki binanın en az oniki ve dokuz katlı olduğu belirtilir. Şehir merkezinde yer alan oniki katlı apartmanın bir iniş çıkış odası, -güvenlik sistemine sahip ilk asansör 1857 yılında New York'ta uygulanmıştı- yoktur. Banliyöde yer alan dokuz katlı apartmanda ise asansör vardır. Bu apartmanlarda tasvir edilen konutların her ikisi de küçük birer odadır, birisinin tam alanını da verir Verne: 16 metrekare. Odaların içinde hiçbir donatı, ıslak hacim vs. yoktur, dönemin işçi sınıfının yaşadığı konutlardan farklı değildir bu tasvirler. 20. yüzyıl boyunca -hatta kısmen halen- devam eden konut sorunu için çözüm üretmekte Verne'de çaresiz kalmıştır.


Roman, genç şair Michel'in sanayinin ve endüstrinin yüceltildiği bir devirdeki romantik yalnızlığının üzerine kurulu. Yayıncının önsözde belirttiği gibi, olası parlak bir hukuk kariyerini bırakıp edebiyata yönelen Verne'in kendisi gibi, karamsar ama umutlu bir karakter. Dönemini eleştirmekten geri kalmaz Verne, sanayinin ve kapitalin yüceltilip sanatın küçümsenmesine karşı durur. Yukarıda saydığım ön görülerinin dışında daha pek çok farklı teknolojik ön görüde de bulunur. Çoğunluğu da gerçekten ilerleyen yıllarda uygulanmıştır. Kitabı okuyacak olursanız, bu ön görüleriyle, döneminin mukayesini rahatlıkla yapmanıza olanak verecek dip notlarlardan heyecan duyacağınızı düşünüyorum.


Bilimkurgunun en önemli öncülünü bir kez daha saygıyla selamlıyorum. Serinin devamında metropol örneklemelerine devam edeceğim; bazı şehirleri birden çok kategoriye sokabileceğimi fark ettiğimden biraz karışık bir ilerleme olacağını tahmin ediyorum, mazur görün. Aşağıda; alıntı yaptığım (yukarıda verdiğim bağlantılar dışındaki) diğer kaynakları görebilirsiniz.

KAYNAKLAR:

Murat Aykaç Erginöz ( Prof. Michel Carmona'nın; Paris'in dönüşümü-Haussmann kitabının çevirmeni. )
Nashville Civic Design Center
Kentplancı.net ( Prof. Dr. Ayşe Nur Ökten'in Kent Sosyolojisi ders notları )

Bilimkurgu Temaları; Geleceğin Şehirleri I

Öncelikle Hugo Gernsback'in bilimkurgu için yaptığı tanımı bir kez daha hatırlatmak istiyorum: "Bilimsel olgular ve kehanetlerle karışmış, düşsel, sürükleyici bir öykü... Bu şaşırtıcı öyküler yalnızca tutkulu okumalar olarak kalmamalı, aynı zamanda eğitici de olmalı. Bugün bizim için bilimkurgu olanların, yarın gerçekleşme olasılığı hiç de imkansız değildir.". Buna bir de mimarlık tanımını ekleyelim; en kaba tanıma göre: "Belirli ölçü ve kurallara göre yapılar yapma sanatı". Biraz açarsak: "İnsanoğlunun bütün sanatsal ve bilimsel bilgi birikiminden yararlanarak belirli işlevler için yapı tasarlamak" denilebilir. Tabi buna itirazlar da olabilir, mesela; niye belirli işlevler için, "mimarlık boşluk yaratma sanatıdır". Aynı bilimkurgu gibi tanımı, tanımsızlığı doğurur, sürekli bir gelişim ve değişim içindedir. İnsan yaşamının değişimi, mimari değişimi de getirir. Ya da bazen mimari, insan yaşamını değiştirir. Bilimkurgunun bazen bilime yön vermesi, bazen de bilimle yönlenmesi gibi. Bu uzun cümlelerin arkasında tek bir şey yatıyor; bilimkurgu ve mimarlık ikisi de kurgular. Birisinde bu kurguların ne zaman gerçekleşebileceği ya da gerçekleşeceği belirsizken, diğerinde ne zaman gerçekleşeceği, -genelde. Ama her zaman değil. örn: La Sagrada Familia- tam olarak neye benzeyeceği bellidir.

Geleceğin şehirleri, bilimkurgu ürünlerinde genelde sadece birer arka plandırlar, çok nadiren ana tema olarak görülürler. Genelde sosyal yapıyı yansıtan bu arka plan şehirlerin, teknolojik uçuklukların sergilendiği birer sirk gibi gösterildiği de çoğunlukla görülür. Yıldız Teknik Üniversitesi'nden Erdal Devrim Aydın, Yapı dergisinin Kasım 2005 sayısında yayınlanan makalesinde Fifth Element filminin mimari arka planını incelemişti. Benim niyetim; bilimkurgu dünyasında yaratılan şehirleri kategorilendirerek incelemek. İlk akla gelen ve çok sık karşılaşılan; bir küreyle korumaya alınmış şehirler örneği gibi tekrarlanan farklı şehir yapılarını hem genel, hem de içindeki dişe dokunur yapılarıyla detaylı olarak -kendi meşrebimce- , mimari akımlarla, şehirciliğin gelişimiyle soslayarak sunmaya çalışacağım.

Başlamadan önce; bilimkurgunun ilklerinin tarihlendiği 1800lerdeki şehir yapılaşması üzerine biraz ahkam keseceğim. O dönemin şehir yapısının ve dolayısıyla sosyal yapıdaki değişimlerin, bilimkurgu yaratıcılarına ilham verip vermediğini daha iyi değerlendirebiliriz böylece.

Daha önce Simcity oynayanlarınız varsa; bir şehir kurmanın, o şehri işler halde tutmanın ne kadar zor olduğunu hatırlarlar. Yollar, su, elektrik vd. altyapının oluşturulması, konut, üretim, ticaret bölgelerinin belirlenmesi, hastane, itfaiye, polis merkezi vd. kamu hizmetlerinin bölgelendirilmesi, şehrin cazip hale getirilmesi vs. vs. Bütün bunları planlamanın ve uygulamanın maddi yükünün yanına, zaten var olan bir şehrin üzerinde uygulama zorluklarını ve beklenmedik, geleceği belirsiz gelişme ve nüfus artışını eklerseniz; Sanayi Devrimi sırasında yaşanan sorunları daha rahat anlayabilirsiniz.

Göçebe avcı toplumlardan, tarım toplumuna evrildiğimiz M.Ö. 8000lerden itibaren yerleşik düzene geçen insanoğlu, yavaş yavaş nüfusunun artmasıyla beraber şehirlerini kurmaya başladı. Fakat, tarım ve hayvancılıkta yaşanan ilerlemelerin sınırlı olması, savaşlar, hastalıklar vd. nedenlerle nüfus artış hızı çok büyük olamadı. Yavaş nüfus artışı, şehirlerin yaşayabileceği sorunları en alt seviyede tuttu ve Sanayi Devrimi'ne kadar bir iki özel durum haricinde şehirleri geliştirmek için büyük çabalara girmemize gerek kalmadı.

Sanayi Devrimi ne getirdi de dünyanın, şehirlerin bütün düzeni değişti? Bu soruya geçmeden önce, Sanayi Devrimi'nin oluşumuna katkıda bulunan diğer devrimleri incelemek gerekir. Öncelikli olarak Sanayi Devrimi'nin oluşumunun en önemli sebebin, bilimsel devrim; 17. Yy. başlarından itibaren, dinin etkisinden kurtulmaya başlayan bilimsel çalışmalar olduğu söylenilebilir. Ardından da, bilimsel gelişimin tetiklediği teknolojik buluşlar ve Avrupa'da başlayan Tarım Devrimi, Sanayi Devrimi'nin kapılarını açtı. ( Bu konularla ilgili, linklerden detaylı bilgi bulabilirsiniz. )

Şehirlerin düzeni nasıl değişti? Sanayileşmeye başlayan ülkeler -başta İngiltere olmak üzere.- , tarımsal üretimdeki istihdam ihtiyacının azalmasına paralel, fabrikalardaki istihdam ihtiyacının artmasıyla nüfusun yoğunlaşmasına tanık oldular. Avrupa'nın toplam nüfusu; 1750'de 140 milyon, 1800'de 180 milyon, 1850'de 270 milyon, 1900'de 400 milyona ulaştı. 1850 yılında, İngiltere'de toplam nüfusun %50sinden fazlası 100 bin ve daha fazla nüfuslu şehirlerde yaşamaya başlamıştı, Almanya bu orana 1900, Fransa 1930 yılında ulaşabildi. ( Doç. Dr. İhsan Bilgin, Yapı Üretiminde Ürün-Süreç İlişkisi, YTÜ Yayını 1994 ) Özellikle taşımacılık açısından avantaj sağlayan liman kentlerinde, nüfus artışı inanılmazdı. Örneğin Liverpool'da nüfus; 1600lerde 2,000 , 1700lerin başında 6,000 , 1750'de 20,000 , 1790'da 53,853 , 1800lerin başında 80,000 , 1821'de 118,972 , 1831'de 205,416 , 1841'de 286,487 kişiye ulaşmıştı. 1850'de İngiltere'nin toplam nüfusunun, 1800'deki toplam nüfusunun iki katı olduğunu da eklersek, liman kentlerindeki muazzam büyümeyi daha iyi canlandırabiliriz gözümüzde.

Şehirlere akın etmek zorunda kalan insanlara, barınabilecekleri yerleri yaratma zorunluluğu pek de önemsenmedi başlarda. Bunun da karlı bir yatırım olacağı anlaşılana kadar. Şehirlerin çevresinde bulunan tarlaların, tarımdan elde edilebilecek gelirden daha büyük bir gelir potansiyeli sunması, bu büyük arazilerin sahiplerini konut üretimine sevketti. Bu dönem, serbest piyasa dönemi olarak kabul edilmektedir ve 1920lere kadar sürmüştür. Bu dönem içerisinde, kamunun müdahelesi minumum seviyedeydi, bu yüzden de konut üretimi, tamamen arazinin maksimum ölçüde kullanılması prensibine dayanmaktaydı. Bu yüzden de çoğu zaman sağlıkla ilgili zorunluluklar göz ardı edilebiliyordu. Örneğin Rochdale'de 10 bin konut birimine, 750 WC düşmekteydi. ( her birimde en az üç kişi yaşadığını düşünürseniz, toplama kamplarından pek farklı olmayan bir yerleşim görebilirsiniz. )

Toprağın değeri artarken yayılmak yerine, yükselmenin yolları da aranmaya başladı. Çelik üretim tekniklerindeki gelişme, su pompa sistemlerinin geliştirilmesi , asansör sistemlerinin bulunması, gökdelen yapımının önünü açtı ve özellikle Amerika'da -başlıcaları New York ve Chicago'da- yaygınlaştılar. Gökdelenler aynı zamanda kentin gücünü de temsil etmekteydi ve tabiki gökdelenin sahibi şirketin de. Bunun yanında, gelişen yeni ulaşım araçları, elektrik, havagazı gibi diğer altyapı değişimleri de şehirlerin planlanmasında büyük değişimler geçirmesini zorunlu kılıyordu. Bu yeni altyapı donatıları da şehre prestij sağlayan önemli özelliklerdi.

Nüfus yoğunluğundaki artış, sadece şehirlerin görüntülerini değil, sosyal yapılarını da büyük ölçüde değiştirdi. Suç oranında yaşanan artışlar, tifo gibi salgın hastalıklar, küçülen aileler, zor çalışma şartları, çocuk işçiler vd. anti-ütopyaların gerçek dünyadaki görünümleri oldular uzun müddet.

Şimdilik bu kadar, serinin devamında bilimkurgu yazarlarının şehirlerini, yarattıkları dönemlerle beraber incelemeye başlayacağım, ara ara bir iki eklenti de olacaktır muhakkak.